Zeynep Kızkun

Şah-Mat ve bir türlü değişemeyenler...

Zeynep Kızkun

Pandemiyle bir hayli değişen ve buhran kat sayısı son derece artan hayatımızın en büyük destekçilerinden Netflix’te son zamanlarda övgü toplayan, benim de geçtiğimiz haftalarda izleme fırsatı yarattığım (Bulduğum değil, çünkü 100 metrekarelik bir evde hem öğretmen hem anne hem eş hem ev hanımı olduğunuzda fırsat bulmuyor, kendinizi yırtarak yaratıyorsunuz (!)) bir dizi var: TheQueen’s Gambit.

Kendisi 7 bölümlük, son derece popüler bir mini dizi. Bir kadının büyümeye çalıştığı yetimhanenin hademesi sayesinde tanıştığı satranca olan tutkusunu, turnuvalarda başarıdan başarıya koşarken aynı zamanda kendisine yetimhanede verilen sakinleştirici ilaçların başlattığı madde bağımlılığına karşı mücadelesini, kendini bulmaya çalışmasını, dibe çöküşlerini, yüzeye çıkışlarınıkonu alıyor.

Konu 1960’larda işlendiğinden bir dönem dizisi de sayılır. Kıyafetleri, arabaları, mekan dekorasyonlarıyla 1960’ların Amerika’sına, Rusya’sına şahit oluyoruz aynı zamanda az biraz. Mini dizilerin damakta bıraktığı tat farklı oluyor. Bölüm sayısı az olduğundan olsa gerek olayların, akıcılığın saçmalamaya fırsatı olmuyor. İzlediğim veya okuduğum süre boyunca kafamı gün içinde meşgul eden, bana hiç de alakam olmayan bir dünyanın kapısını aralatan ve burnumu uzatıp şöyle bir göz attıran içerikleri çok seviyorum. Bu dizi de bir zamanlar sadece taşlarını,  kurallarını öğrenip birkaç el de oynadıktan sonra kapadığım satranç defterini açıp tekrar okumama hatta içeriği biraz daha zenginleştirmeme sebep oldu.

Öncelikle dizinin baş karakteri olan hanım kızımız Beth Harmon’ın, aralarındaki benzerliklerden ötürü aslında dünyanın en iyi satranç ustalarından biri olarak kabul edilen ve Amerika’nın yetiştirdiği tek dünya satranç şampiyonu olan Boby Fischer olduğu söyleniyor. Dizi aslında Fischer’ın hiayesini anlatıyor; fakat başka bir stranç dehası olan Paul Morphy’nin kusuru alkol bağımlılığı da diziye eklenerek bir kokteyl oluşturulmuş bu sava göre.

Tarih birçok satranç ustasına tanıklık etmiş. Her birinin oyun stili, tarzı kendine özgü. Birini diğerinden daha usta yapan şey ise, aldıkları ELO puanı. Bu puanla FIDE sıralamasında yerlerini alıyorlar. FIDE (Fédération Internationaledes Échecs) uluslararası satranç turnuvalarını düzenleyen, kuralların belirleyip yöneten Dünya Satranç Federasyonu. ELO ise  bir sıralama sistemi. Satranç gibi iki kişilik oyunlarda izafi yetenek düzeylerini ölçmek için kullanılıyor. FIDE ELO sıralamasında 1. sıradaki isim 2882 seviyesine ulaşarak rekor kıran, satrancın Mozart’ı olarak adlandırılan, Norveçli büyük usta Magnus Carlsen. Kendisi günümüz dünya şampiyonu aynı zamanda.

Türlü türlü huylarıyla, faklı hayat hikayeleri ile üzerine konuşulacak, yazılıp çizilecek kadınlı erkekli bir sürü isim var bu listede. Dizide de zaman zaman vurgulanan, kadınların satranç dünyasındaki varlıklarının garip karşılanıyor olması, hele ki, bir erkek oyuncu karşısına rakip olarak çıkmasının "Vaayy be!" duygusu yaratıyor olduğu gerçeği satranç dünyasındaki kadınlar kimlermiş, bu kadınlar Beth’in yaşadığı cinsiyetçiliğin kaçta kaçına maruz kalmışlar bakmama vesile oldu. Ve tabi ki karşıma çıkan ilk isim Macar satranç ustası Judit Polgar idi.

Judit Polgar mevcut ya da eski birçok dünya şampiyonunu yenmiş, Dünya Satranç Turnuvası’na katılan ilk kadın olmayı ve iyi bir ELO derecesi ile ilk ona girmeyi başarmış, Grandmaster ünvanını alan en genç oyuncu olarak adını tarihe yazdırmış bir kadın oyuncu. Hobisi satranç olan pedagojik psikolog bir babanın kızı olan Judit Polgar ve kardeşleri, babaları Laszlo Polgar’ın ‘Dahiler doğmaz, yaratılır’ savının da birer kanıtı aynı zamanda. Adam 3 kızının üzerinde birdeney yapmış resmen. Ona göre sıradan bir çocuğun bir dâhiye dönüştürülebilmesindeki tek engel kültürel algılar ve anne babaların da bu algılara hizmet ediyor olmasıymış. Önce kızlarını matematikçi olarak yetiştirmeyi düşünmüş fakat büyük kızı Suzan bir gün elinde bir satranç tahtası ile gelip kendisine oyunla ilgili sorular yöneltince satrançta karar kılmış. Polgar’ın iki kız kardeşi de kendisi gibi birçok başarıya imza atmış satranç konusunda. Ablası Dünya Kadınlar Şampiyonu ünvanını almış mesela.

Polgar, dizide Beth’in maruz kaldığı cinsiyetçiliğin onun yaşadıklarının yanında piknik gibi kaldığını söylüyor ne yazık ki. Adı satranç dünyasında duyulmaya başlandığında erkek oyuncuların kendisinin zekası ve yeteneği hakkında şakalar yaptıklarını, sık sık satrancın kadın zekasına uygun bir oyun olmadığı konusunda imalarda bulunduklarını söylüyor. Hatta henüz çok genç bir oyuncuyken, 6 kez Amerika şampiyonu olmuş bir oyuncuyu yendiğinde satranç taşlarının kendisine fırlatıldığını söylüyor! Ve yine ne yazık ki bu duruşun hala değişmediğini söylüyor. Google’a bir Judit Polgar yazıp forumlara göz attığınızda, insanların hala kendisinin başarılarını değişik bir mantığa bürümeye çalıştıklarını, bir hazımsızlık çektiklerini görürsünüz. ‘Eyvallah abiciğim kadının maçları güzel, başarılı da…Dikkatle izlediğimizde yoğun bir çalışma ve taktik işi olduğu hemen anlaşılıyor. Kadın çok çalışıyor yetenek değil bu…’ minvalinde viklemeler… Eee ne olmuş yani, ne? Çalışmayan taktik geliştirmeyen satranç ustası var mı?

Fiziki güç gerektiren sporlarda bedensel farklılıklardan ötürü, eşitliği sağlama adına kadınlar ve erkeklerin ayrı liglerinin, gruplarının, karşılaşmalarının olması çok normal ve mantıklı. Ama satranç gibi bir sporda Kadınlar Şampiyonası diye ayrı bir etkinliğin olması, hala olması çok komik. Bu bile köhneleştiğini sandığımız algılarımızın aslında hala tazeliğini koruduğunun göstergesi.

Daha fazla uzatmayacağım… Hepimizebir an önce kafamıza yerleşmiş,yosun tutmuş algılarımızın kokusundan rahatsız olup, onları temizlemeye üşenmediğimiz yarınlar diliyorum. 

Yazarın Diğer Yazıları