Zeynep Kızkun

Film endüstrisindeki kadın telaşı

Zeynep Kızkun

Stephen HAWKING. Çoğumuz bu adamı tanıyoruz, yüzeysel de olsa hakkında bir şeyler biliyoruzdur muhtemelen evet. Valla ne yalan söyleyeyim benim kısa bir zaman öncesine kadar kendisi hakkında bildiğim tek şey çoooook başarılı bir fizikçi, yürüyen (yo aslında ne yazık ki yürüyemeyen) bir beyin ve benim çok uzak olduğum bir dünyaya ait olduğuydu: Fizik dünyası. Hiiiç anlamam ama o dünyaya ait birilerini dinlerken de ağzımın suyu akar, gözümde daha da büyür o jargona ait kelimeleri, terimleri cümle içinde kullanabilen insanlar. ‘’ Bir gün nötron yıldızlarının çarpışması sonucu oluşan yerçekimi dalgaları üzerinde çalışıyorum… ‘’ Vay be! Yem-min ederim dünyayı bu adamlar kurtaracak, bizim hiçbir şey yapmamıza gerek yok duygusuna kapılıyorum. ‘Elbet bir gün’ listeme ekliyorum her seferinde bu adamları ve yaptıkları işleri. Bir gün, evet bir gün benim de genel anlamda da olsa bir fikrim olacak. Bileceğim neler yaptılar, neler yapıyorlar. Kocaman, apayrı bir dünya ama mesela ne varmış o sonsuuuuz uzay boşluğunda. Kimler sonsuz olmadığını düşünüyormuş aslında ve ne olduğunu iddia ediyorlarmış o sonda…

Velhasıl kelam adamın hayatını konu alan filmi izledim nihayet. Herşeyin Teorisi’nden (The Theory of Everything) bahsediyorum.Evet film çok yeni değil, ve evet mağaradan yeni çıktım, gurur duyuyorum. (!) Benim gibi özellikle hayatını kaybettiği dönem basında yayında çokça görüp, bir ara bakayım ne üzerine çalışmış, tam olarak neyi başarmış bu adamcağız deyip bakmayı unutan ya da boşlayanlara sesleniyorum evet adam fizikçiymiş gerçekten  Ama filmin başlarında kendini kozmolog olarak tanıtıyor sevdiceğine. Kozmolog evrenbilimci demekmiş. Evrenin yapısını, tarihini, geleceğini inceler bunu yaparken de astronomi, matematik, biyoloji gibi birçok bilim dalını da kullanır, nicelerinden faydalanırlarmış. Yani bir çok alana hakim ve takdire şayan bir birikime sahip. Einstein'dan bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul ediliyormuş zaten.

Evet bir sevdiceği var adı Jane WILDE. Hatta Hawking’in,ne yazık ki hala dermansız bir dert olan ALS hastalığına yakalandığını öğrendikten bir yıl sonra evleniyorlar. ALS bir nöron kas hastalığı. Yavaş yavaş tüm bedeni hakimiyeti altına alan nadir bir hastalık. Sinir hücrelerine verdiği zarar tüm istemli kas hareketlerini imkansız hale getiriyor: yürümek, konuşmak, çiğnemek hatta yutkunmak. Hastalığın ilerleyişini durdurmak ya da tam tedavi sağlamak gibi bir seçenek yok maalesef. Kadının cesaretini, sevgisine, aşkına sahip çıkışını takdir ediyor insan filmi izlerken. Mücadelesi, azmi, bakımı bir bebekten tartışmasız çok daha zor olan ve gittikçe zorlaşacak bir adamdan üç çocuğunun olmasının yarattığı şaşkınlık ve vay be hissi hiç yakasını bırakmıyor insanın.

Tekerlekli sandalyeye mahkum, konuşamayan, yemeğini kendisi yiyemeyen bir adamın bunca şeyi başarabilmiş olması kadar şaşırttı beni Jane. Fakat zaman geçtikçe, çocuklar büyümeye başlayıp ihtiyaçları farklılaştıkça, Jane bir yetersizlik hissiyle boğuşmak zorunda kalıyor. Bence bu dünyada en gözü dönmüş, en gemileri yakmış insanlar şüphesiz çocuğuna yetemediğini düşünen anneler. Yapamayacakları şey yok bu duygunun üstesinden gelmek için. Filmde kendilerine yardımcı olmaya çalışan, çocuklarıyla normal bir baba gibi oyunlar oynayan, onlara normal yaşanmışlıklar sağlayabilen ilk adama aşık oluyor ama vicdanı hep ağır basıyor.

İçindeki o sesi duymazlıktan gelmeyi de fevkalade başarıyor bir yere kadar. Filmi izlerken dedim ki eşime ; Stephen Hawking bizim içimizden çıkmış bir dahi olsaydı ve biz onun hayatını konu alan bir film yapsaydık kesinlikle o filmde eşi başka bir adama aşık olmazdı. Biz bunu kabullenemez ve bu şekilde işlemezdik. Yakıştıramazdık Stephen’e. Sevdiğimiz, saygı duyduğumuz insanları orantısız yüceltme gibi bir huyumuz var. Öyle ki insan olduklarını unutuyoruz çoğu zaman. Sonra bir gün ben elimden gelenin en iyisini yaptım diyor Jane ve Stephen’e adeta paçalarından nezaket akıtarak elveda diyor.

Gerçek hikaye ise bambaşka. Stephen bakıcısı Elaine Mason ile yakınlaşıyor ve Jane yılların verdiği tükenmişliğe bunun eklenmesini bardağı taşıran son damla olarak yorumluyor. Stephen önce bakıcısı ile evden ayrılıyor. 6 yıl kadar sonra resmi olarak boşanıp Elaine ile evleniyor. Ayrıntıya girmeyeceğim çünkü amacım kendisinin aşk hayatını irdelemek değil kesinlikle. Kadınlardan beklenen bu ‘şey’. ‘Şeyler’ hatta. Filmler sonuç itibarı ile ticari kaygılarla da yapılan çalışmalar. Belli bir çerçevede toplumun genel anlayışına, beklentilerine hitap etmek zorunda bir bakıma. Kadın hep derleyen, toplayan, güçlü olan, aile bağlarının sıkı tutulmasından birinci dereceden sorumlu, fedakar, kendini hep ikinci plana atan…

Tıpkı şu çok ünlü, yirmiye yakın ödül almış, Nobel ödüllü matematikçi John NASH’in hayatını konu alan Akıl Oyunları filminde olduğu gibi. John Nash’in eşinin filmdeki fedakarlığı, güçlü duruşu, sabrı, hayatını eşi ve çocuğu uğruna hiçe saymasına şahitlik ediyoruz. Oysa gerçek hikaye 1963’de boşanıp 2001 yılında tekrar bir araya gelmeleri, bir darılıp bir barışmaları yönünde. İlişkilerini de aynı çatı altında iki yabancı olarak tanımlıyorlar. Bu hikayeler değiştiriliyor çünkü insanların gözleri böyle kadınlar görmek istiyor ya da böyle kadınlara alıştırılmışız.

Zayıf olma, ahh yeter artık benden bu kadar, ben bu kadarım deme hakkını vermiyor toplum kadına. Biz kadınlar da böyle olduğumuza inandırılmışız sanki.Zihinsel iş yükümüz duygusal dünyamız kadar karmaşık ve kabarık. Peki şu diğer yargımın haklı çıkmasına ne demeli? Tabi ki Jane gidecekti ilk önce, tabi ki Stephen onu bakıcısı ile aldatmayacaktı. Stephen’i yüceltmesi gereken bir filmde yapılan bu minicik değişikliğin lafı bile edilmeyecekti tabi ki.

Film güzel, çok güzel o ayrı. Hele Eddie REDMAYNE’in performansı! Ödülü sonuna kadar hak etmiş.Kadınların oldukları gibi işlendiği, klasik anlayışa hitap etme telaşı gütmeyen, omuzlarımıza böyle gözle görülmeyen yükler bindirmeyen filmlerin de onlarca ödül aldığı olmuştur elbet. Olmuş mudur?

Yazarın Diğer Yazıları